30 Eylül 2009 Çarşamba

Fikrim geldi ; Kitap-cafe

Şu sıralar kendimi raflarda uzun zamandır boynu bükük beni bekleyen kitaplarıma verdim. Kütüphanem pek neşeli bu ara, gülümsüyor habire bana :) Bir heves alıp alıp da okumaya vakit bulamadığım kitapları gece gündüz okuyup bitirmeye çalışıyorum ki yenilerine sıra gelsin. Zira bunlar bitmeden başkalarını almamaya söz verdim kendime. Sırf bu yüzden yıllar sonra ilk kez S.Ahmet Ktp. Fuarı’na bile gitmedim.

Derken bütün bunlar aklıma bir fikir getirdi. Uygulanmışı var mıdır bilmiyorum. Varsa beni haberdar edip sevindirin. Çünkü ben, ‘bir şey benim aklıma geldiyse bir yerlerde başkalarının da aklına gelmiştir’ düşüncesindenlerdenim (ıyh bu nebçim kelime!).

Fikir şu; Kitap-cafe. İnsanların kitap okuması ve bu sırada çayını-kahvesini yudumlayıp sohbet edebilmesi için oluşturulmuş mekan. Yani hem kitap okuyacağız, hem sosyalleşip, okuduklarımızı hemen paylaşabileceğiz. Mekandakiler; elbette geniş içerikli kitaplar, yer yer masa sandalyeler (araştırma, ödev vs yapanlar için), yer yer koltuklar ve orta sehpalar, yer yer minderler ve yer sofraları (of bu “yer yer” lafından da kıl kaptım şu an). Çay ocaaa diyesim geldi ama demeyip modernize ediyorum; soğuk-sıcak meşrubatlar, normal bir kafeden daha az ve atıştırma-çerez tarzı yiyecekler –çünkü amaç yemek değil, okumak-. Yazın açık hava, kışın kapalı mekan imkanı mevcut olacak. Hmm hatta şöyle olsun, yaz-kış kullanılabilecek dört başı mamur camekan bir bölüm, hani bazı yerlerin arka bahçeleri olur ya, onun gibi. Atarız yerlere minderleri, biraz da yeşillik, ohh.. Sonracıma içeri geçersek, duvarları insanda okuma hevesini artırıp, kafasını dinlendirecek renklere boyuyoruz. Sempatik bir dekorasyonla işi bitiriyoruz. İki de garsonumsu koyduk mu tamam.

Ve şimdi de gelelim işletmemizin getireceği gelire. Meşrubat ve yiyecekler satılık, kitaplar da isteyene kiralık, isteyene satın alması için ayrıca bir kitap standı da var. İsteyen de elde o an bulunmayan kitaplar için sipariş verebilir, müessese de temin eder. Bu da durumu kurtarmazsa, ekstradan ufak bir kırtasiye bölümü yaparız ki, ‘okuyan adam yazan adam da olabilir’ mantığıyla bu kısım da iş yapabilir.

Zaten mekanı sosyetik bir yere açabilip, yeni trend buymuş diye söylenti yayar, bir kaç ünlü kapıp hava atarsak işler epey kolaylaşır. Ya da üniversitelerin civarlarına da açılabilir.

Tabi mesele kitap okumayı seven bünyelerin sayısı. Bu sayı yüksek olsaydı belki de etrafımızda bir çok kitap-kafeler görebiliyor olurduk. İşletmeci olup sermayesi olan ve riski göze alan kişilere tavsiyemdir.

Not; Şimdi biraz araştırdım da, haklıymışım, uygulanmışı varmış. Fakat sanki tam benim hayalimdeki gibi konforlu ve sıcak değil.Sadece bir tane İstanbul-Bağlarbaşı'nda hayalime yakın bir şey buldum, bir de Konya'da. Sayılarının artması temennisiyle..

27 Eylül 2009 Pazar

adrese teslim

Yaptığım yanlışların farkındayım, yine güzel diyebileceğimiz bir şeyler var mı? Buna erdem diyenler de var, ‘haksızlar’ deme, lütfen..

İnsan kendini kurtaramayabiliyormuş bazı hatalardan. Ben yine her şey insanın elindedir sanmışım. İnsan kimin elinde ola ki..?..

İpin bir ucunda nefsim bir ucunda ben, çekiştiriyoruz işte. O benden daha güçlü gibi bu sıra. Çamura düşürmekten çok mutlu. Attığı kahkahalar tüylerimi ürpertiyor. Biliyorum, zevk alıyor.

Ne çok şaşırır oldum. Aynı bedende kaç kişi barınabilir? Nefretten zevk alan da ben, bundan acı duyan da. Vazgeç diyen de ben, bana gaz veren yine ben.
İnsan öfkenin oyuncağı olunca çok komik oluyor. Kim gülüyor ki bu rezilliğe. Kahretsin, güldürmek istediklerim güldürdüklerim değil.

Kimseyi üzmek istememiştim...

20 Eylül 2009 Pazar

Hoşçakal Ramazan



Ramazan Bayramı'nda mutlu olmam gerekmese, olmazdım. Çünkü Ramazan bitiyor, bense bunu hiç istemiyorum. Hoşçakal Ramazan, yine gel :)

15 Eylül 2009 Salı

Bir sene önceydi başladı aşkımız :)


Bir sene önce tam bugündü. Hiç unutmam desem yalan olur, zor hatırladım işin aslı. Pek sevgili blogcağızımın kırmızı kurdelasını 15 Eylül 2008’de kesmişim. Hiç de özel bir tarih olmamış, muhtemelen tarihe bakmadan açıvermişim. Pek de yalnızmışım o zamanlar, kendi kendime konuşmanın başka bir versiyonu, 3-5 kişiyle götürmüşüm işi.

Eeehh azizim, nerden nereye? Ahaha böyle deyince şimdi beni 1000 kişi izliyor gibi oldu, yok be hala aynı tas aynı hamam :D Gelen gidenden memnunuz, halimize şükrediyoruz, mesele bu.

Açılış tarihime özen göstermemişim fekat kendinden menkul bir özelliği var. O daaa, 15 Eylül’den sebeple blogum Terazi burcu. Haha, benim yükselenim de Terazi, ben Terazi’yi çok severim. Ve şimdi de konuyla ilgili bizi aydınlatması için Çilekli’yi çağırıyorum. Çilekliiii, anacım söyle bakalım benim blogumun burç yorumu nedir? Bu iş nereye varacak, herkes beni okuyacak mı, Zeki Müren de beni görecek mi? Hıı?

Velhasıl;Blogum 1 yaşında. Büyüklerinin ellerinden, küçüklerinin gözlerinden öper.

13 Eylül 2009 Pazar

Toplu Taşıtlardan İnsan Manzaraları

Dışarı çıkınca eğer tasarruf yoluna gidip de toplu taşıtları kullanacaksam, mutlaka bir şey yapmak zorunda hissediyorum kendimi. Ya okuyacak ya dinleyecek bir şeyim olmalı yanımda. İkisi de yoksa eldeki malzeme yurdum insanı oluyor. Kaynak zengin olunca yazacak şey de çok oluyor.

Minibüsteyim, önümde iki genç adam var. Gördüğüm ilk anda huylanıyorum. Zaten erkek sevmem, bunlarda da bir yılışıklık gözüme çarpıyor. Ve tabi doğru tesbit. Bağır çağır, abuk subuk konuşuyorlar aralarında. 5 yaş esprileri yapıp, bir de arkalarına dönerek bakış atıyorlar, “Bakın eğleniyoruz” dercesine. İlk fırsatta atıyorum kendimi minibüsten, başka bir minibüse biniyorum. Ana! Aynı tip ve kıyafetlerde iki genç daha. Gözlerimi kırpıştırıp bir daha bakıyorum. Yok ya imkansız, onlar inmediler. Derken anlıyorum ki onlar değil, birinin montunun deseni farklı. Fakat demek ki bu embesiller koloni halinde yaşıyormuş diyorum.

Bu sefer otobüsteyim. 40’larında bir kadınla 85 civarı bir amca biniyor. Beraber olduklarını ancak oturduklarında anlıyorum, yabancı gibi davranıyorlar. Kadın amcanın bence kızı, zorlasan torunu belki. Ama karısı değil bence.
Kadın pek sinirli. Biri birine borç vermiş ama verdiği adam, adam değilmiş. Kadını lam ile lamel arasına koyuyorum. Saçlarını yeni boyatmış belli, beyazı yok, dibi gelmemiş. Saç kenarlarına iki minik küçükkız tokası takmış gerisini nenemin ince demir tokasıyla toplamış, toka tezat oluşturuyor. Küpeleri gümüş ve güzel, uzanıp ellerine bakıyorum, küpesine benzer yüzüğü de gümüş ve güzel. Elleri manikürlü. Kadının arkasında oturarak görsel olduğunu anlayabiliyorum. Çünkü maddi durumu vasat görünmesine ve paradan dert yanmasına rağmen epey bakımlı. Görseller böyledir zaten, güzel görünmek için ekstra masraftan kaçınmazlar.

Yine otobüs. İlk kez boş yer varken bir adamın yanına oturuyorum, sırf kapıya yakın diye. Erkeklerin yanına oturmayı da sevmiyorum kendileri gibi. Ama adam pek bir mülayim, pek ezik duruyor. “Hadi yine iyisin bak yanına oturdum” diyorum içimden. Sonra kendi suratıma yine kendim tükürüyorum, normalde böyle kibirli değilimdir zira.

Bostancı’da Bağ-Kur binasına gideceğim, şoföre “Ordan geçer mi?” diyorum, “Yakınından geçer” diyor, biniyorum. Bostancı’ya geliyoruz, şoföre ne zaman ineceğimi soruyorum, “Ben sana söyleyeceğim” diyor ve ondan sonra baba-kız, amca-yeğen moduna giriyor şoför. Ben değil o beni evlatlık ediniyor. İndirirken tek tek tarif ediyor, tamam mı, diyerek teyit alıyor, nerdeyse ‘karşıdan karşıya geçerken dikkatli ol e mi’ diyerek beni uğurluyor, arkamdan bakıyor.

İnince simitçi bir amcaya da soruyorum, amca 70-75 arası bir yaşta. Oturduğu yerden kalkıp yol kenarına kadar yürüyor, oturduğu yerden anlatsa kafi halbuki. “Bak evlatcığım, ilerdeki sarı binayı görüyor musun? Heh ,işte ordan...” diye diye uzun uzun anlatıyor. O da beni uğurluyor. Bugün herkes beni çok seviyor :)

*

9 Eylül 2009 Çarşamba

Eylül

Bir Eylül hayalim vardır benim. Eylül ve yağmur.. Öyle hüzün çağrıştırmaz bana sonbahar, ah ne romantik değildir. Huzurludur, dingindir, sakindir, koştursan da serinliğin letafeti yormaz seni. Öyle tatlı bir mevsimdir bahar, ilki de sonu da...

Kimsenin bilmediği bir yerde olsam.. Bir küçük ahşap ev, yeşilliğin ortasında. Kocaman pencereleri, küçük bir verandası ve sonsuz bir bahçe. Bahçenin ağaçları olmasın, sadece çimenler ve ileride deniz..

Ben çimenlerin üzerinde uyurken üstüme hafiften bir yağmur yağsa. Melekler üstüme üstüme gelse, hepsi birden damlalarını bırakırken bana dokunsa...

Düşünecek bir şeyim olmamasını ister mi insan? Hiç bir seş düşünmesem, sadece yağmur yağsa, ben de dinlesem, dinlensem..



7 Eylül 2009 Pazartesi

Vizyonsuztele

TV sezonu açıldı, sefih diziler yine doluştu evlere. Aşk-ı Memnu mevsimindeyiz şekerler, haydin bakalım, Behlül’e ağız suyu akıtmayan kalmasın.

Oldum olası bu televizyon dizilerinin hain bir planın parçası olduğunu ve bu dizileri hazırlayanların oturup ciddi ciddi ‘Bu milleti daha nasıl yapar da bozarız’ diye toplantı yaptıklarını düşünürüm. Elimde olmadan düşünürüm, çünkü dizilere ve hatta sinema filmlerine bakınca senaryolarda kasıtlı bir seviyesizlik var gibi duruyor. Bu kadar ahlaksızlığı bu millet çok değil, 15 sene önce kaldıramazdı. Eminim herkes hak verir, 15 sene önce hiç bir tv programında bu kadar müstehcenlik yoktu.

E şimdi bunun neresi “Sanat” o zaman? Eskiden mi sanat yoktu, şimdi mi değişti tanımı? Hoş ben dizilerin sanat olduğunu da düşünmüyorum da, orda oynayanlar kendine sanatçı diyor ya, o bakımdan..
30-40 yıl önce çekilen Türk filmleri bugün hala izleniyor, oyuncularına idol, duayen bilmem ne deniyor. Peki onların oynadığı aşk filmlerinde herhangi bir müstehcen sahne var mı? Yok. Bir elele tutuşma, bir baygın bakış, gayet anlaşılır bir aşk hikayesi. Aşkı anlatmak için illa hayvani özellikleri ortaya dökmenin gereği var mı o zaman? Yok!

Peki şimdiki filmler ve diziler? Öyle bir hale getirilmiş ki, millet ağzını açıp ahlaksız bulduğunu bile söyleyemiyor. Sanat deyip geçiyorlar kenara, sen sanata saygısızlığınla kalıyorsun. Yok ya! Hayır efendim, düpedüz ahlaksızlık, sanat manat değil. He belki manat olabilir tabi. Sanatçılığı soyunmakla doğru orantılıysa ben ona sanat demem, diyen de beri gelsin.

Bu millet çok TV izleyen bir millet, ne versen örnek alacak kadar çok. Sokakta gördüğümüz manzaralar bile değişti bu TV kanallarının artmasından sonra. İnkar edecek bir şey yok, doğruya doğru. He onu da ahlaksız bulamıyorsun, o zaman da çağdaş olamıyorsun. Hiç kusura bakılmasın, ben televizyonda rastlayınca kanal değiştirdiğim bir sahneyi otobüste ön koltuğumda görürsem açık ve net söylerim; “Bari ininceye kadar bekleseydiniz!!” diye.

Başlarım öyle sanata da modernizme de.

4 Eylül 2009 Cuma

Yitik Savaşçı

Zaman zaman olan bir şey bu. Herkes gider, ben kalırım. Böyle zamanlar çoğalınca ise, durum “her zaman” olur.

Bu kadar “her zaman” fazla bana. Zaman bir duvar gibi ve ben içinden geçemiyorum. Geride kalmanın yok ediciliğiyle unutuluyorum.

İşte zaman zaman da böyle acı verici gerçeklerin, ardına gizlendikleri peçeleri yüzlerinden sıyırıp gözlerine bakıyorum. Korkusuz muyum? Hayır, kendime eziyet ediyorum.

Eziyetin büyüğü de var; “Ne oldu da böyle oldu?” sorusu. Şimdiye kadar hep sürüden ayrılmam, farklı olmanın ayrıcalıklı güzelliğinden değil. Sürüdekiler hep benim sevdiklerimdi, arkadaşlarım, yoldaşlarım (komünist değilim canım:) ).. Hep ayrılmaya mecbur kalan ben oldum.
Ve onlar, yola devam ettiler, bensiz.. Paylaştıkça artan tüm güzelliklerle beraber.
Benimse elimde kalan tek şey, o sevmediğim cep telefonunun bana sağladığı imkanlar oldu. Bu yüzden attım onu bir köşeye, nefret ettim çağrılardan, mesajlardan, kandilden bayrama yollanan o gerzek standart satırlardan.

Cevabına hazır olmadığım soru, “Neden ben? Hep arda kalan?” Böyle deyince isyan çağrışıyor aklıma, yok canım, benimki meraktan. Ama belki de bu soruyu yalnız bırakmalı bir köşede...

PS; Tüm arkadaşlarıma ithafen... Bensiz olunabilecek en güzel yerdeki arkadaşlarıma...

PS2; Ben sıkılıp gitmiş ve temayı değiştirmekle meşgulken, 'burda bir Pervane vardı' diye varlığımı yoklayan (! ;) ), bir de bu vesileyle beni okuduğunu öğrendiğim zat-ı muhteremlere teşekkürler...