30 Mart 2009 Pazartesi

değiştir

Alttaki yazıdan kurtulmak, konuyu değiştirmek istiyorum. Üstüne yorum yapıldıkça sıkılmaya başladım. Sakın yanlış anlamayın, konuşuldukça artıyor bunun üzerine düşüncelerim o yüzden. Normal halimden uzaklaşmak istemiyorum çünkü normalde bir şeye iki günden fazla üzülmem. (Allah'ım imtihan etme bunu dedim diye n'olur!)
Şimdi son keşfimden bu yana iki gün geçti, bitti gitti.

Iımmmm ne desek ne desek, seçimlerden mi bahsetsek? Muhsin Yazıcıoğlu'ndan, havalardan, yolda gördüğüm kaçık adamlardan, bi türlü izleyemediğim filmlerden falan mı bahsetsek? Yeter ki mevzu değişsin.

Bence Akp'ye iyi oldu, biraz rehavete kapılmışlardı, abuk açıklamalar yapmaya başlamışlardı, bu oy kaybı biraz kendilerine gelmelerini sağlar umarım. Bir de bu seçimde daha çok başarılı adaylar desteklendi gibi de geldi bana. Bir kaç istisna şehri, yani kalıplaşmış şehirleri bu tezin dışında bırakıyorum tabi.

İstanbul'lu olarak Kadir Topbaş'ın kazanması iyi oldu diyebilirim. Burda iki nokta var; birincisi seçimlerden önce ne zaman bunun hakkında birileriyle konuşsak ilk ettikleri laf "Adam daha çok para yesin diye mi oy verelim?" di. Kadir Topbaş'ı yakınen tanımıyorum ama böyle klişe bir laf da duymadım. Öyle bir önyargı gelişmiş ki bu konuda, "Her başkan olan para sömürür". Nerden biliyorsun? Kanıtın ne? Bir şeyi araştırmadan inanmamayla ilgili ayet ve hadisler var, haberin var mı?
Adam bir televizyon programında maaşının ne kadar olduğunu bilmediğini, eline geçmeden burslara gittiğini söylemişti. Kadir Topbaş aileden zengin bir insan, paraya ihtiyacı başkanlığa kadar olmamış da sonrasında niye illa ki götürsün? Neyse ben onun avukatı değilim ama insanların bu, ne dediklerini bilmeden laf olsun diye konuşmalarından hoşlanmıyorum.
İkincisi, Kılıçdaroğlu bence büyük başarı gösterdi. Şöyle ki, bir tane bile doğru dürüst icraati olmadan ve adam akıllı İstanbul'a ve belediyeciliğe dair plan ve projesi olmadan, sırf yolsuzluk iddialarıyla %36.8'lik bir oy alması görülmemiş bir başarı bence.
Artı, Topbaş iyi işler yaptı İstanbul'da, yapmaya devam etsin biz de takip edelim.

Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekilere sonsuz sınırsız rahmet diliyorum. Mekanları cennetü'l âlâ olsun. Çok üzgün ve çok öfkeliydim ama dinleyip okudukça imkansızlıkların çokluğuna ve kurtarmak için elden gelenin yapıldığına kâni oldum.
En çok da İsmail Güneş'e üzüldüm. "Galiba burda öleceğiz." demesi kahrediciydi.
Yalnız kazanın suikast olmadığı konusunda şüphelerim var, umarım bunu araştırırlar.

Muhsin Yazıcıoğlu'nu hep takdir ederdim ama partisi güçlü bir parti değildi malesef.
Geçenlerde televizyonda onun arkasından anlatılan bir şey çok calib-i dikkatti. Akp Muhsin Yazıcıoğlu'nun İçişleri Bakanlığına çok yakışacağını Yazıcıoğlu'nun bir dostunun yanında dile getirmiş. O adam da mesajı almış ve bunu Yazıcıoğlu'na söyleyecekmiş. Ama bir türlü fırsat bulamamış, derken kendisi hastalanıp da Yazıcıoğlu'nun ziyaretine geldiği bir zamanda söylemeye niyetlenmiş. Önce ağzını aramış ve sonunda bunu ona söylememiş. Çünkü diyor ki, "Anladım ki Muhsin, arkadaşlarını, ona destek verenleri ve onu sevenleri yarı yolda bırakmayı vefasızlık olarak düşünüyor. Mhp'den ayrıldığında onu bırakmayanları bırakıp da Akp'ye geçmek onun için vefasızlık olacaktı, bu siyasetin tabiatına aykırı da olsa o böyle düşünüyordu. Bunu anladım ve söylemekten vazgeçtim."
Bir de 80 darbesinde çektiği işkenceler kısmı var ki of of. Tırnaklarının sökülmesi, 5 yıl hücrede kalıp toplam 7,5 yıl hapsedilmesi, her işkencede çırılçıplak soyulması... Hatalarına kefaret olur inşallah.
İyi insandı velhasıl, nur içinde yatsın.

Son, en son; geçen gün vapurdayım, adamın teki, ki 50 var, vapurun üstünü örten tenteye şemsiyeyle vurup martıları kaçırmaya çalışıyor, hani martıların ayakları görünüyor ya alttan, nasıl zevk alıyor bundan. Şimdi o adam mı çatlak oluyor, ona "Allah'ın delisi" bakışıyla gülüyorum diye ben mi?

28 Mart 2009 Cumartesi

dublör

Bazen bir şey farkedersiniz, bunu düşünmek, bunu görmüş olmak sizi şaşırtır, belki canınızı acıtır. Sonra bunu kelimelere dökersiniz içinizden, bu daha farklıdır, hisler daha belirginleşir.

Bir de bu düşünceyi seslendirirseniz ve karşınızda başka biri varsa, düşüncenizi onun da tepkisine sunmuşsanız, o zaman siz bu düşüncenin esiri olursunuz. Siz bu düşünceyi gerçeğe dönüştürmüş olursunuz.

Bugün nurum’a kapıdan çıkarken dedim ki, “Ben hep başkalarının hayatını yaşadım”.
Sonra dilimden dökülen kelimelerden çıkan ses kulağıma geldi, ilk defa duydum.

Çok canım yandı.
Çok…


21 Mart 2009 Cumartesi

nazara nazar kaç yazar?

Bu ara orda burda benden sadır olmuş dikkatsiz yazı ve yorumlara rastlarsanız hoş görüp geçin derim. Böyle bi un kurabiyesi kıvamındayım, dağılıp gidebilir bir halim var.

Dönemsel uçan balon modum bu. O ne ki diyeceksin, şöyle ki; benim aklım uçan balon gibidir, ipini bırakırsam eğer anında uçaaar gider, yakalayana aşkolsun. Bazen de ben ipi gevşetirim yükseklerde manzara nasıl bir bakar döner. Şu sıra ben yerdeki kaldırım taşlarını saymaya kaptırdım, balonum ne âlemde bilmiyorum.

Aaa, aha sebebini de buldum, nazara geldim! (Buraya bi tane 'ayol' iyi gider)
Bittiğim cümlelerdendir şu, nazara geldim. Millet de bayılıyordu sana değil mi?! :) Nasıl bir şeyse o. Sanki gizli bir kibir var gibi cümlede. Elâlemin gözü hep bende, der gibi.
Gerçi bana yutturmuşlardı bu laflarımı ama akıllanmadım. Geçenlerde işin ehli bir zat sende anormal nazar var dedi de kaldım öyle.
İyi tamam bende de varmış ama ben öyle ortalık yerde dakka başı demiyorum, ay bende nazar var diye. (Huh bakar mısın, bloga yazan kim acaba :P Çok sahtekâr gördüm kendimi )
E bak kısmet bu güneymiş. Bundan sonra karşıma geçip, 'ayy bende çok nazar vaarr, hemen nazara geliyoruuaam' diyenlere çat yapıştıracağım lafı; 'eee nolmuş, bende de var, bak hiç mevzu yapıyor muyum?'

18 Mart 2009 Çarşamba

Bin Muhteşem Güneş

Hep üzerinde düşündüğüm bir konudur, kadın olmak…
Bir şeyi düşünürken ilk sorguladığım şey onun var oluş sebebidir. Ne olursa olsun işin mantığını, ne işe yaradığını çözmek esas mesele.

Niye kadın var? Bulduğum cevap gayet güzel, kadının kendisi gibi. Erkeği tamamlasın, ona destek olsun, erkek de onu korusun, birlikte Var edene kulluk etsinler diye. Birlikte…

Elimdeki kitapsa çok başka bir şey söylüyordu. Niye kadın var, kısaca köle olsun diye, diyordu. Demekle kalmıyor, yaşanmışını yüzüme yüzüme çarpıyordu. Uzuncası, kadının sadece kül tablası işlevi gördüğü, ev işleri, temizlik, çocuk doğurmak -ama sadece erkek doğurmak- ve de kum torbası olmak görevlerinden başka bir işe yaramayacağına inanan toplumları kafama vurdu kitap. Yani “Bin Muhteşem Güneş”.

Geçenlerde Üfürükten Prenses sayesinde kitabı okudum, yorumlarımı onunla paylaştım, o da bana blogda da yaz dedi, yazıyorum.

Kendimi dalıp gitmişken yakalıyorum, o zaman düşüncelerimi daha net görebiliyorum. Dünya üzerinde kadınlığın yerini düşünürken yüzüm acıklı bir hal alıyor. İçimden büyük puntolarla "Yazık" kelimesi geçiyor. Yazık ki, dünya üzerinde yaratılmış en güzel varlığa yazık ediliyor…

Neden en güzel? Basit. Allah’ın yarattığı en güzel varlık insan. Özeti, 'ahsen-i takvim' tanımlaması (bkz, Tin Suresi). Yani en güzel kıvam. E şimdi kadın mı daha güzel, erkek mi? Tabi ki kadın, haliyle en en güzel yaratık kadın olmuş oluyor. Karşı çıkanı yakarım :)

Ama kadının çilesi tükenmemiş ki. Hindistan’da kocası ölen kadın kocasıyla yakılmış (halen de koca karısına kızınca üstüne gaz döküp yakıyormuş!), filozoflar kadının ruhu olup olmadığını tartışmış, şeytan mı değil mi karar verilememiş, pek çok yerde kadın mal gibi alınıp satılmış, insandan vatandaştan sayılmamış, Roma’da koca isterse karısını öldürebilmiş, cahiliye Arapları kız çocuklarını diri diri gömmüş, kadınlar orta malıymış, Çin’de kadına isim bile verilmez, numaralandırılırmış. Bir de o zamanların Çin atasözü vardır ki, yıllardır kulaklarımdan gitmez, “Madem karını sabahleyin dövdün, öğlen niçin dövmeyeceksin ki?!"

Mealesef Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin tahrif edilmiş hali de pek iç açıcı değil.
Hıristiyanlar Hz.Havva’dan yola çıkarak (Hz.Adem’i yasak ağaca teşvik ettiği hikayesi) tüm kadınlar şeytandır demiştir. Hele hele güzel kadınlar erkekleri etkiliyor diye, onları cadı ilan edip yakmışlardır. Bunu bilmeyen de yoktur herhalde.
Yahudiler de aynı hikayeden yola çıkarak, kız çocuklarını utanç vesilesi saymış, kadınların lanetli olduğuna inanmışlar.

İşin aslı günümüzde de kadına çok değer verildiği söylenemez. Hem de şimdi kadınlara değerli oldukları zannettirilip paçavra muamelesi gördürülüyorlar. Erkeklerin şehvetini tatmin etme görevini nasıl da safça üstleniyorlar. Misal, Issız Adam filmi, bir kadın da çıkıp demedi ki, “bu adam kadınları sömürmekten başka bir şey yapmıyor, millet de güzelmiş gibi alık alık bakıp ağlıyor.”
Senede bir günü Kadınlar Günü (!) ilan edip, “İyi işte susup otursunlar, gün verdik daha n’apalım” deyip kenara geçiyorlar bu erkek milleti.

Şimdi benim esas canımı sıkan mevzuya geleyim. Bin Muhteşem Güneş, Afganistan’ı anlatıyor. Yani Müslüman bir ülke. Taliban’ın şeriat kuralları uyguladığı bir ülke. Ve bu ülkede kadın, bırak ikinciyi, sonuncu vatandaş muamelesine maruz bırakılıyor, hatta böyle evcil hayvan gibi.

Oysa yok böyle bir şey İslam’da. Yok şeraitte kadının hor görülmesi. Şeriat kısmını da bilahare açıklamam lazım, insanlar şeriatı el kesme, recmetmeden ibaret sanıyorlar, oysa ki namaz kılmak da şeriat gereği, oruç tutmak da. Ve malesef kitapta da bundan bahsedilmemiş, Taliban'ın şeriat deyip koyduğu saçma sapan kuralların şeriatın aslıyla, yani İslam'la alakası olmadığı belirtilmemiş.

Hz.Peygamber hanımlarına bir kez olsun kaş çatmamış, bir kez sesini yükseltmemiş, öfkeyle bakmamış, çalışan bir kadınla (Hz.Hatice ve Hz.Zeynep) evlenmiş, kız çocuğu Hz.Fatıma’yı çok hatta en çok sevmiş… Kadınlara her an kırılabilecek, nadide billurlar tanımlaması yapmış bir peygamber…

Örnekler o kadar çok ki. Şimdi hâl böyleyken müslümanım ayağına orada burada caka satıp eve gelince karısı döven, dövmese de içten içe sürekli küçük gören, ağzını açıp iki kelam etmeye layık görmeyen, kadının fikrini ifade etmesine tahammül bile edemeyen ümmetin erkekleri de kim oluyor?? Allah aşkına onlara ne oluyor da Peygamber’in yapmadığını yapıyorlar??

Üfürük’ün bir yorumu vardı, ‘onlar kendilerini ailelerinin peygamberi olarak görüyor’ diye. Evet, haklı. Yoksa bu küstahça nefsini kabartma, büyütüp şişirip başka kimseye yer ve hak bırakmamanın nasıl bir tanımı olacak??

İşte ben bu yüzden erkeklerden haz etmiyorum. Feminist değilim asla. Zira Allah’ın yarattığı erkek nesliyle bir derdim yok, haklarını yemiyorum, kendini her şeyin hakimi, kadını ayağının paspası zanneden erkek cinsinden ve zihniyetinden nefret ediyorum. Neyse Allah’ın sopası yok, hak yerini bulacak nasılsa.

Böylece de MaviGiz'in kitap mimini yerine getirmiş oluyorum. Pas atmayı sevmesem de bu kez atacağım, Hakan-Can ve Şeker Portakalı'na mimi yolluyorum. Olay şu; etkilendiğiniz bir kitabı anlatıyorsunuz. Aslında yer yer kendisinin çok kitap okuduğunu ima eden :) Zihin kurdu Artificial'i de mimlemek var, gelip de bu yazıyı okursan mimlendin Arti. İster yaz, ister sat, ister yanında yat...

12 Mart 2009 Perşembe

Schomoto-Kendini Gerçekleştiren Kehanet

Höf yazmak isteyip de yazamamak ne bayık bir şeymiş. Kolera gözlerinden öpüyorum; ‘vaktimi benden çalan çok, kurtulmak ne zor iş imiş…’

Ne uzun zamandır bu yazıyı bitirmeye çalışıyorum bilseniz...
Bir ara türlü vesilelerle mevzusu açılmış bir konuya parmaklarımı tek tek basacağım. Kişisel Gelişim derslerinde de ısrarla üzerinde durduğum bir konu ayrıca. He bir de Google’dan bana “beni geliştir” diye gelen faili meçhulün de isteğini yerine getirmiş oluyorum. Negzel di mi? :D

Bunun adı “Kendini Gerçekleştiren Kehanet”. Diğer bir adı schomoto. Japonlar böyle demiş. Veya caponlar, jvc yani :P Şaka şaka alakası yok, psikolojide öyle demişler sadece. İngilizler de "Pygmalion effect" demiş, Pygmalion diye bir adamın hikayesinden yola çıkarak, ben hikayeyi pek alakadar bulmadığım için bahsetmeyeceğim. Psikolojiyle ilgili olanlar için; konumuzun “Çapa” veya “Pavlov şartlanması” ile de ilgisi var sayılır. Ancak bilimsel mesele ve ifadelere girmeyip, anatemayı kurcalayağım. (Link sığdıramadım, -şu- da var.)
Ayrıca bunun şu "The Secret" kitabıyla en ufak alakası yok, baştan belirteyim, bu konuda hassasım! Zaten kişisel gelişimci olarak kişisel gelişim kitaplarıyla ilgili fikirlerimi şurda da anlatmıştım.

Şimdi olay şu; hepimizin hayata dair öngörüleri, önyargıları vardır değil mi? Bunlar bazen iyimser olmakla birlikte maalesef çoğu zaman karamsar ve olumsuzdur. Bunların içine şartlanmalar, batıl inançlar, takıntılar da girer.

Mesela; “Kara kedi gördüm, bugün günüm kötü geçecek.”
“Ne zaman bu kazağı giysem bir terslik oluyor.”
“Neye gıcık olsam habire karşıma çıkıyor.”
“Bütün terslikler beni bulur zaten.”
“Bende şans olsaydı, ohooo.”
“Bak ben istedim ya, şimdi kesin olmaz bu.”
“Olmayacak gibi geliyor.”
“Köprünün üstünden geçersem, yıkılacakmış gibi bir hisse kapılıyorum.”
“İki otobüsün arasından hayatta geçemem, sıkışırmışım gibi geliyor.”

Eee ?? Eesi şu; evvela bu tarz inançların, düşüncelerin kaynak yeri bilinçaltı. Nasıl olmuşsa olmuş bu inanışlar oraya bir kere kaydedilmiş. Bir şey bilinçaltına kaydolduysa her şeyi etkiler. Artık her benzer durumda aynı duygular harekete geçer. İşte çapa ve şartlanma denen şey tam olarak bu.
Bu harekete geçişin de elbette etkileri olur.
Çünkü;
İnsan beyninde 4 temel dalga var ( alfa, beta, delta, teta). İnsandaki her düşünce bir elektromanyetik dalga olarak dışa çıkar. Bu dalgayı biz göremesek de vardır ve bu dalga, cisimleri, hatta başka kişileri etkisi altına alır. O yüzden hani biri bize bakarken hisseder ve ‘biri bana bakıyor’ diye dönüp adama bakarız, mesela. Ya da annelerin bebeklerinin acıktığını yanında olmasa bile hissetmesi gibi. Bilinçaltından bilinçaltına yol vardır.
Bilinçaltından kainata da yol vardır. Biz düşüncelerimizle kainata bir mesaj veririz, belki farkında bile olmadan. Bizden çıkan bu enerjinin haddi hesabı olmadığı gibi, ne kadar ve nasıl bağlantılar oluşturduğunu çözmenin de imkanı yok.

Tekrar bu şartlanma, takıntı, batıl inançlarımıza dönersek..
Kişi bir şeye inanırsa, bilinçaltı o şey olana kadar beyni kodlar. Beyinde böyle bir bölüm var, algıda seçicilik vs. de bu bölümde yer alıyor.

Tam da burda bilimden kopmanın zamanı geliyor. Şimdi ben bu arabaya bindiğim gün kaza yapacağıma inanırsam, benden çıkan dalga arabayı mı etkiler? Yoo, sen bu kadar ısrarla inanırsan Allah da senin için onu yaratır. (Bu kısmın aslı o kadar karışık ki, ama özü bu) Olmayan bir şeyden korkmak, olması için dua etmenin bir şekli oluyor.
Buna fiili dua diyoruz. Dil söylemese de hal lisanının ifade ettiği şeyler.

Buraya şu hadis-i şerifi de ekleyeyim; "Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır." (Süyûtî, el-
Câmiu’s-Sağîr, I, 110)

Niye insanın istemediği kıl burnunda biter? Düşüncesi buna bu kadar odaklanırsa göreceği de odur ancak.

Hayatta her şey Allah'ın izin vermesiyle gerçekleşir. Buna inanıyoruz değil mi? Peki O, neden bizi mutsuz etmek istesin ki? Neden hoşlanmadığımız, korktuğumuz şeyleri başımıza getirsin? Olanda hayır vardı hani, görüntüde şer olsa da. Ve neden biz başımıza gelecek menfi şeylere odaklanıyoruz?
Allah'tan istediğimiz şeylere dikkat lütfen.

Ama ben istemiyorum ki!
İyi düşün, öyleyse neden istemediğin bu şeylere bu kadar yer veriyorsun zihninde?

3 Mart 2009 Salı

işte öyle bir şey



not; resmime kanıp da çıkarım yapmaya çalışmayın, SaN söylesin hatta, hiç alakam yok o halimle :)

1 Mart 2009 Pazar

büyük buluşma :)

Hey blog, dün çok sıradışı bir şey oldu.
SaNanaAki BananeSaN'la been buluştuk. Ehe, negzel :) İşin sıradışılığı şu; ikimiz de ilk kez internetten tanıştığımız biriyle kanlı canlı görüştük. Sanalı reele taşıdık yani. Burdan tanışmamıza vesile olan Blog Çarşısı blogunun sahibesi ÇilekliSüt'e de teşekkürü bir borç biliyorum ;)
Valla pek sevinçliyim bu konuda, çünkü bizim çakma japon hakkaten çakma japonmuş ve dünya tatlısı, nur yüzlü, zapzarif bir kız. Evet, bizzat tasdik ediyorum efendim. Nice görüşmelere diyorum...

Birlikte güzel bir Mesnevi dersine katıldık. Daha doğrusu ben SaN'ın katıldığı derse ilk kez katıldım. Mesnevi apayrı, olağanüstü, acayip kafa patlatıcı bir şey. O kadar aklı zorluyor ki, yani aslında kalbi de zorluyor. Bir çok temsil, teşbih, simge, imge.. Tam bana göre :) Bir söz var ya hani "metaforlarımın anaforunda boğulacaksın" diye, aynen öyle...

Dün denk geldiğim hikayeyi aktarmak istiyorum. Mesnevi'de en sevdiğim hikayeye tesadüf etmiş olmaktan ötürü de ayrıca mutluyum.

“Bir tacirin, kafesinde mahpus, güzel bir papağanı vardı ki, onu çok seviyordu.
Bir gün tacir Hindistan tarafına ticaret için hazırlığa başladı. Giderken papağanına da, “Sana Hindistan’dan ne getireyim?” diye sordu.
Papağan, “Oradaki papağanlara benim halimden bahset ve selamımı ilet” dedi.

Mahpus papağan hal lisanı ile Hindistan’daki papağanlara şunu diyordu;
“Sizlere özenen bu mahpus papağan bir av tuzağına düştü. Ömür boyu kafese mahkum oldu. Size selam göndererek sizden çare, yardım ve rehberlik etmenizi ümid ediyor.”

Tacir Hindistan’a varınca, daldan dala konan birkaç papağan gördü. Onlara seslenerek papağanının selamını söyledi. Bu selam, Hind papağanlarını çok duygulandırdı. Öyle ki içlerinden biri duydukları karşısında titredi titredi düştü, nefesi kesildi ve öldü.
Tacir bu hale hayret etti ve söylediğine pişman olarak söylendi;
“Bir canlının ölümüne sebep oldum, bu işi niye yaptım” diyerek üzüldü.

Dönüşte tacir olanları papağanına anlattı. Sahibini dikkatle dinleyen papağan, tacirin sözleri biter bitmez, istediği cevabı almış olarak, aynı Hind papağanı gibi titreyerek kafesin zeminine düştü ve kaskatı kesildi.

Bunu gören tacir yerinden fırlayarak üzüntüden başındaki külahı çıkarıp yere çarptı. Son derece müteessir olmuş, feryad ü figana başlamıştı.
Nihayet tacir, ölü papağanı kafesten çıkardı ve gömmek için hazırlığa başladı.
İşte bu esnada, ölü taklidi yapan papağan birden canlanıverdi, uçtu ve yüksek bir ağacın dalına kondu.
Tacir hayretler içinde kuşa seslendi;
“Ey kuşum! Allah aşkına halini bana bildir. Bu yaptığının sırrı nedir? Anlat da ben de bu esrardan nasibimi alayım.”

Bunun üzerine papağan şöyle cevap verdi;
“Haberini getirdiğin Hind papağanı bana hal dili ile nasihat etti. “Sen de benim gibi öl de, esaretten kurtul” dedi. Ben de verilen talimatı yerine getirdim. Kendimi öldürdüm ve kurtuldum!..
Ey efendi! Ben esirlikten kurtuldum şimdi asıl vatanıma dönüyorum. Sen de benim gibi yaparsan, ten kafesinden kurtulur, asli vatanına, yani baban Hz.Adem’in geldiği yer olan cennete dönersin! Bu çamur bedenden sıyrılıp ulviyete kavuşursun, yücelirsin!..”

Gelelim hikayedeki temsillere;
Papağan; bedenin yani nefsin esaretine giren ruhu,
Hind papağanları; dünya lezzetlerinden sıyrılmış evliyaullahı,
Hind’deki papağanların talimatı; Hz.Pergamber sas’in “Ölmeden önce ölünüz” hadisini temsil eder.

Şimdi evvela bu hikayeyi bu kadar özetleyip pek çok sırlı yerini atladığım için Hz.Mevlana’dan özür diliyorum. İlgili olanların, hatta olmayanların bile, bu hikayeyi tüm metaforlarıyla düşüne düşüne tamamen okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum. Üstüne ben bir açıklama yapmıyorum, hem haddim değil, hem herkesin aldığı hisse farklıdır, hem de bu mevzu derya kadar uzun…