30 Nisan 2009 Perşembe

maskeli balo




durumun şarkısı. ya da belki sadece nakaratı. ya da özellikle nakaratı. ya da belki boşverilesi.

26 Nisan 2009 Pazar

scotch brite temizlik ne rahat

İçinde birikenleri bi yavaş yavaş sindirmek var, bi de böyle foşşş diye kusuvermek. Kapağın ağzını açıp bir anda kabı ters çevirip işi yer çekimine bırakmak.
Aslında daha iyiymiş foşşş… oohh dök dök saç her yere, kim toplarsa toplasın. Bırak bu güçlü ayakları.
Kendim ettiiim kendim buulduum gül gibi sarardım solduum eeyvaah eyvaaah eeeeeeeyyy..

Çok da lazım değilmiş dayanıklı olmak. Her yerde saflar, zayıflar, beceriksizler prim yapıyor.
Nerde aptal bi kız var, Allah her şeyi ona vermiş. Ay ben yapamıyoruaaaamm, ay olmuyoaaaarr, bilmem nelerle her işlerini başkalarına yaptıran insan tipleri var. Bunların çoğunluğu da kız. Her işleri rast gidiyor. Erkekler de bunları seviyorlar. Ay neydi bu ben anlamadıaam deyince bir kız, pek bi hoş oluyor erkeklerin gözünde. Ben sana anlatırım canım fırsatı doğuyor.
Annem zaten hep der, adamın karşısında aptala yatacaksın, çok bilmiş olmayacaksın.
Tüm bildiklerimi at çöpe at at at. Allah seni düşün diye mi yarattı e kadın? Töbe estğrthjklkjhh. Allah'tan sazan değilim.

Sonra bilince yaftalama güruhu seni etiketleyiveriyor. Bu olgun, dıınntt tamam geç kenara, bu akıllı dııınnntt sen de geç.
Aaa nasıl yağni ağlıyor musuaan? Ağlayamazsın, sus bakıym!
Ay sen bunu nasıl yaparsın? Sen ne biçim jkhdkj’sın, nasıl olur bu? Nasıl, nasıl, vıdı vıdı vıd.

Aaaahhh yetti bee! Demedim, der miyim? Yani genelde demem. Her türlü eşiğim yüksek, hmm bu iyiydi, dayanıklıyım dııınnntt geç…

Ama naaptım? Foşşş.. Sonra da annemle temizlik yaptık, halı sildik. Sonra da Caddebostan’a sahile gittik mâaile. Kuş gibiydim, öyle hafif, öyle rahat.
Hâlâ aptal değildim ama mutluydum.

Bahar temizliği her yerde, içimde, evimde, odamda. Odam mis gibi kokuyor :)

24 Nisan 2009 Cuma

ben istemedim dinlemeyi kedi istedi

Yolda müzik dinlememin geçerli sebepleri var tabi ki.
Misal, bugün bi baktım telefonun şarjı bitti dınk diye. Yani aslında bip diye. E ben telefondan müzik dinleyen biri olarak çok içerledim bu bip sesine. Yoksa konuşacağımdan değil. Hiç sevemedim cepten konuşmayı o ayrı bir ana bilim dalı.
Otobüs ahalisinden biri oluverdim birden bire. Aslında otobüs değil balkabağıydı o. Kolum kanadım kırıldı.
Arkadaki kızın telefon görüşmesini dinlemek benim suçum değil haliyle. Bişey dinlemek zorunda hisseder hâle gelmişim nolmuş yani?
Çelik’e selam söyle demedim ama. Kız bugün iş görüşmesi yapmış, pazartesi başlıyormuş, 1.750'de anlaşmışlar, hayırlı olsun da demedim. Belki de demeliydim, ne de olsa dinleyici olarak katıldım programa.
Kız pek kikirdekti, bence otobüste bu kadar gülünmezdi. Annen öğretmedi mi sana cicim, biraz sessiz kikirde, de demedim, terslenme korkularım var.
İyi bi sohbetti. Ben eve yaklaşana kadar sürdü. Bu da kızın suçu, ben ister miydim her kelimesinin aklımda kalmasını? Neyse ki bitti, Çelik’i gözlerinden öptük rahat ettik. Derken Müge’yi aramasın mı? Bence aramasındı. E yeterdi yani. Ama aradı. Aa Müge ağlıyordu. Kız napacaktı şimdi? Çok yardımsever, çok arkadaş canlısıydı arkamdaki ses. Hemen Müge’nin yanına gitmek istedi, onu evine çağırdı ama galiba mümkün değildi. Müge neden ağlıyordu ya? Tüh ben de üzüldüm. Ağlamasındı. Ve en kötüsü benim durağıma gelmiştik. En heyecanlı yerinde kalktım yerimden. Müge’ye bi “hayat kısa kız Müge, ağlama nolcek” bile diyemedim.
Telefonla konuşan bu iyilik meleğine inmeden önce bakmalıydım. Hay bakmaz olaydım. Hayalimdeki kız bu değildi. Daha güzel, daha şirin olmalıydı, o kikirikler bu kızdan çıkmış olmamalıydı.
Ya da ben bu kadar önyargılı, bu kadar basma kalıbımsı olmamalıydım. Ya da radyo spikerlerini ve dj.lerini görmek istemeyişim gibi o kıza dönüp bakmamalıydım, hayalimi bozmamalıydım.

Bu da böyle bir anımdı.

19 Nisan 2009 Pazar

Mommo - Kız Kardeşim

Abimle benim aramda iki yaş var. Beraber büyüdük, çok didişirdik, abim beni kendine rakip olarak görürdü, ondan 2 yıl sonra gelip mevcut ilgiyi ikiye böldüğüm için. Tabi bu tesbiti ben ancak seneler sonra yapacaktım. O zamanlar anca altta kalanın canı çıksın prensibiyle hareket ediyordum.
Görüntüde çok sevgi dolu, dayanışma içinde geçmese de ilişkimiz, abimi hep çok sevdim. O da beni severdi de belli edemezdi, hâlâ da çok göstermesini bilmez. Sadece durur durur damardan girer, koparır meseleyi.

Bunları düşüne düşüne gittim Mommo’ya. İstedim ki kendimden bişeyler bulayım, duygulanayım, içim ısınsın falan. Geçen hafta haberlerde tanıtımını izlemiştim, çok ilgimi çekmişti, güzel bir şey bulacağıma inanmıştım.

Hikâye biri 9, diğeri 7 yaşında iki öksüz çocuğa ait. Annelerinin ölümünden sonra babaları tarafından da terk edilen, dedelerinin bakmaya çalıştığı, yuvaya gönderilme, Almanya’daki teyzelerinin yanına gönderilme, yani hep bi gönderilme söylentileri arasında kalmış iki çocuk.

Anadolu’nun bir köyünde geçen hikâye gerçek hayattan uyarlanmış. Bu, etkileyicilik açısından avantaj katıyor bence. Çünkü ben genelde gerçek olduğunu bildiğim filmlerden daha çok etkileniyorum.

Fakat, mealesef umduğumu bulamadım. O kadar sakin, o kadar tek düze, o kadar boşluklarla doluydu ki, hadi hareketlensin, hadi canlansın diye beklemekten içim geçti.
Filmin konuşulan ve bir anlam içeren sahnelerini ayıklasan elinde anca 20 dakika falan kalır diye düşünüyorum. Gerisi sessizlik, gereksiz görüntüler, beklemeler…

Filmin yönetmeni Atalay Taşdiken, bir reklam yönetmeni. Bu ilk sinema filmi. Bana düşündürttüğü şey şu oldu; bu adam filme de reklam mantığıyla yaklaşmış. Tek bir görüntüden ibaret sahneler, tek bir söz, yalınlık. Hani reklamlarda olur ya, dan diye bir görüntü çıkar, altına da tek bir cümle, ama sen anlarsın tüm mesajı. Ya da biri gelir sadece bir lâf eder ve bu slogan her şeyi anlatır. Aha film de bunlardan ibaretti. E ama seyirci bir açıklama ister, o sahnelerin altının doldurulmasını ister değil mi?

Sonra beni en çok hayal kırıklığına uğratan şey şuydu: Bu hikayeyi versen bir yabancı yönetmene, sular seller gibi bir drama çıkarır önüne. Ya hadi yabancıya gitmesin Mahsun’a ver, gör bak neler yapıyor adam bu hikayeyi. İki gözün iki çeşme olmazsa şerrrefsizim :))

Bir kere filmin adı Mommo, ben sandım ki kız kardeş mânâsına geliyor. Meğer çocukların korktukları bir hayal ürünüymüş. Filmde çocuklar bu Mommo dedikleri şeyden korkuyorlar, iki-üç sahne var bunla ilgili ama devamı yok, hatta ne başı ne sonu var. N’oldu o Mommo’ya, işin aslı neydi, nerden çıkmıştı, niye korkuyorlardı.. hiççç…

Minik oyuncular çok tatlıydılar ve gerçekten kabiliyetleri vardı. Ama ben yönetmenin bu kabiliyetleri de iyi değerlendiremediğini düşünüyorum. Çok daha güzel sözler yazabilirdi. Bir kelime söyleteceğine iki kelime söyletip kendini daha iyi ifade edebilirdi. Çocukların duruşlarına ve tavırlarına da daha iyi çeki düzen verebilirdi.

Sonuç olarak derim ki, film Almanya Nürnberg’de En İyi Film ve Seyirci Ödülü’nü almış, ben olsam vermezdim ama zaten kimse beni takmaz bu konuda.

Sinemaya gitmektense bekleyin televizyonda izlersiniz, der Pervane.

17 Nisan 2009 Cuma

kevgir misin be kardeşlik!

Eskiden markette, mağazada canının çektiği bişeyleri de ekstradan alırken, şimdi sadece gerekli olanları alıyorsan,
Bu kış bir çizme alayım, karda-yağmurda, her türlü havada giyerim dediysen,
Bayramlarda ve özel günlerde yeni kıyafet almaktansa dolaptakilerle idare ediyorsan,
Abur-cuburu diyet yapmaksızın azaltmış, sebze yemeyi arttırmışsan,
Geç kalacak da olsan taksiye binmiyorsan,
Artık dışarıda yemek yemiyor, birazdan evde yeriz diyorsan,
Eskisi kadar alış-veriş merkezleri, sinemalarda gezmiyorsan,
Arkadaşlarınla masraf olmasın diye evde buluşuyorsan,
Bu ‘masraf olmasın’ lafını sık kullanmaya başlamışsan,
Şehirlerarası yolculuklarda otobüs/tren tercih ediyorsan,
Özel hastanelere gitmeyi en son ihtimallere koyuyorsan,
Paranın neden bu kadar önemli olduğuna kahrediyorsan,
Her harcamadan kâr etmenin yollarını arıyorsan,
Bir yere yatırım yapmalıyım ama nereye nereye diye endişeliysen,
Esnafsan, tekstilciysen ve başka da sebebe ihtiyacın yoksa,
Dükkanı kapatmayı her gün düşünüyorsan,
Yeni mezunsan ve hâlâ iş bulamamışsan,
Gelecek kaygıların varsa,
Erkeksen ve evlenmeyi maddi sıkıntıya girmemek için istemiyorsan,
Kadınsan ve zengin koca için dua ediyorsan,
Çocuksan ve babandan harçlık isteyemiyorsan,

Üzgünüm sen de krizdesin demektir.
Krizden etkilenmeyenlerin de bence bu hâllerini çaktırmaması evlâdır. Çünkü azınlıktalardır ve tok açın halinden anlamaz misali, ‘ay yok canım kriz falan’ gibisinden konuşmamalıdırlar.
Bazen susmak daha hayırlıdır.
Allah milletimize ve gençlerimize yardımcı olsundur, hayırlı kazançlar versindir.
Bu da bir mim yazısıdır. Hakan-Can'dan gelmiştir. Kimseye paslanmayacaktır çünkü yazar paslamayı sevmemektedir.

13 Nisan 2009 Pazartesi

Fâni

Ölümü düşünmenin sayısız faydası var. Bir kere her şeyin geçici olduğunu idrak etmeye yarıyor. Dolayısıyla haddinden fazla üzülmemeye, sevinmemeye, bağlanmamaya, aşırı sevmemeye, kırmamaya, kırılmamaya, affetmeye, kıymet bilmeye…

Hep enteresan bir tefekkürüm oldu ölüm konusunda.
Çocukken her gece ağlardım, annem-babam ölürse ben ne yaparım diye. Zaten hayalperest bir çocuktum, anında ne filmler, ne sahneler gelirdi gözümün önüne. Ağlaya ağlaya uyuyakalırdım. Bu böyle orta okulun ortasına kadar sürdü. Yalnız şimdi düşününce inanamıyorum yıllarca her gece ağlayabilmiş olmama. Lâkin doğru.

Orta 1’de babaannem vefat etti. Çok severdim onu, hem de çok. Çok ağladım. Lise hazırlıkta en küçük amcam vefat etti, en sevdiğim amcamdı. Hâlâ hatırladıkça ağlarım. Ertesi sene eniştem, ertesi sene diğer eniştem, ertesi sene anneannem, ertesi sene dedem, ertesi sene küçük dayım. Şimdi tahminleri alalım. Her sene bir akrabasını, bir sevdiğini kaybeden bir insan ölüm hakkında neler düşünebilir?

Bilmem nasıl gelir ama benim için normalleşti ölüm. Sıradan belki de. Her seferinde biraz daha az tepkili, her seferinde biraz daha soğukkanlı. ‘Ölüm mü, eh olabilir neden olmasın ki’ tarzı bir duygu. Ya da ‘ Canım herkes vakti gelince gidiyor, kendini harab etmeye ne gerek var’ gibi bir şey. Ama çok da söylemedim kimseye, çünkü insanlar gidenin arkasından depresyona girmeyi daha çok tercih ediyor.

Sonra bir ara, ki dört sene önceydi, anormal derecede içim ısındı ölmeye. Asla intihar düşünmedim, hem inancıma hem düşünceme aykırı. Sadece hazır hissettim. Her şey çok güzel gidiyordu, gönlüm çok huzurluydu ve aslında tam zamanıydı. Çok temiz hissediyordum ve bence ölüm böyle olmalıydı. Dünya hayatının gurbet olarak algılanmasının sebebini anlamıştım, hadi diyordum, yetsin bu kadar dünya. Gidebilirim artık. Ama gitmedim. Baktım ölmedim, biraz bozuldum haliyle. Neyse ki dünyalık işlere daldım gittim yine. Bir yandan hâlâ o zamanı özleyerek.

Dünyaya dalmak deyince, şimdi tırsıyorum ölmekten, çünkü hiç hazır hissetmiyorum. Büyümenin kirleri lekeleri var üzerimde, böyle kayda geçmek istemiyorum. Bazı geceler ödüm patlıyor ya bu gece ölürsem diye, sabahı buluyorum 'Allah'ım hazır değilim' diye diye.

Bir de ben hep tek bir şey derim; Allah’ım benden razı olmadan alma emanetini…

He annem-babama gelince, artık eskisi gibi ağlamıyorum geceleri. Sadece doymaya çalışıyorum onlara ve her an hazır olmaya gidişlerine. İş yaşa bakmıyor ama yaşlanıyorlar, hastalanıyorlar, ara sıra korkutuyorlar, tedbirli olmam lazım.
Aslında tüm sevdiklerimiz için böyle. Ölümü düşünmenin faydalarından kapmalı sanırım.

7 Nisan 2009 Salı

bi gidin ya...

anaam, ibo'nun lafına mı geliyorum yoksa;
'oxford vardı da biz mi okumadık!' diyesim geliyor habire.
höf, ne çok soracak hesabım var.

kafaya da koydum, gönlüme de, bu memleket bana dar.
üç beden büyüğüm ben buralara.
evet, kendimi beğenmişim, kibirliyim, canıma değsin.

istidadıma gem vuranlar utansın.

anam-babam-bacım... bir de İstanbul.
başka da özleyecek bir şeyim yok.

not; bu yazının her an kendini imha etme potansiyeli vardır. çok kafa yormayın.

ay Çilekli yaa, okuyorsan, bu mart-nisan aylarındaki gezegenlerin üzerimde menfi etkisi mi var? bi açıklasan, kafayı yiyeceğim..

son olarak;
lorem ispum dolor sit amet...

3 Nisan 2009 Cuma

gönül çelemeyen

Mime gel mime.
Kalbinizi çalan eylemseller demiş Şeker Portakalı. (Aslında bi sürü mim sunmuş da ben bunu seçtim.)

Şimdi buradan tarifi versem ne işe yarayacaaak vermesem neye? Eh neyse…
Ben bi ara odunluğumdan bahsetmiştim değil mi? Hehe evet :) buradan anlaşılması gereken, benden bir şey çalmak olimpiyat rekoru kırmak gibi bir şey olur.

Erkeklerle görüntüde iyi anlaşsam da içten içe hep burun kıvırırım, kolay beğenmem, çok eleştiririm, duygusal erkekleri hiç sevmem, bol zekâ katsayısı ararım, bir çok mana ihtiva eden cümlelerimin anlaşılmamasına tahammül edemem, abartılı sevgi gösterilerine gelemem, sıkboğaz edilmekten nefret ederim, fazla üstüme düşülmesini istemem, abuk subuk cicili bicili aptal âşık triplerine kusarım falan da filan.
Çok garip huylarım vardır mesela, günlük işlerime dair sorular sorulmasını sevmem, bugün şunu bunu yaptım diye bir şeyler anlatmayı da sevmem (erkekler gibi değil mi). Moralim bozukken teselli edilmeyi sevmem, hele hele mantıklı cümleler kurulup, ‘olaya bi de şurdan bak’ tarzı cümleler beni çileden çıkarır, kendi halime bırakılmam lazım ya da sadece sarılacak birine ihtiyacım olabilir.
Allah beni erkek de yaratabilirmiş ama kısmet böyleymiş. Gerçi bi yerde iyi yönleri de var, erkekler de sıkboğaz edilmek istemiyorlar, benim etmeyeceğim garanti işte ne güzel. Ama aslında saydıklarımın hepsi test aşaması, yıldırma politikası. Yani benim tüm bu çekilmezliklerime rağmen birisi çıkıp da ısrarla yanımda olursa içimden “Bu adam ya geri zekalı ya da ciddi âşık” diye geçirip düşünmeye başlarım.

Bunlar bir yana, yani savunma mekanizmamı bi kenara bırakıp mantıklı bakarsak (yalnız hala mantık diyorum, duygudan eser yok!) beyin temsil sistemi benimkiyle yakın olursa olabilir. Yani görselliği yüksek, fazla duygusallığı olmayıp akıllı hareketler içindeki kişileri severim.

Onu da geçelim, ben çiçeklere, çikolatalara, yok sürprizlere, yok şaşırtıcı hareketlere falan da pek prim vermem. Ama beni iyi tahlil ettiğine dair, hakikaten başkasının kolay göremediği bir şeyi gördüğünü anlarsam da kalkanlarımı indirebilirim. Öf yine mantık yine mantık yani.

Yok yok gönlümü çelmek mümkün görünmüyor. Ancak Allah başıma yıldırım düşürecek ki, ne şart ne şurt kalır, tüm kusurları tipeksle örterim o zaman. Acayip fedakar, özverili, dengeleyici ve hoşgörülü olma potansiyelim de var. Ama okyanusun derinlerinde.

Bunun dışında normal durumlarda benle başa çıkılmaz, yaklaşmayın yakarım tarzı bir şeyler var içimde ve bunu bi kenara bırakmayı pek düşünmüyorum :)

Şimdi bu laflarımın bana yutturulması söz konusu da olabilir, o da muhtemel, onu da düşündüm yani. E sonra da dedim kendime, 'zararı yok, bu lafları yutmak olsa olsa iyi bir şey olur' :)

Aaa bi de mimi paslama işi var değil mi? Ya hiç sevmiyorum bu kısmı. Aslında bu mimin üzerinde biraz oynayıp Çilekli Süt'e ve Yesari'ye yollamak istiyorum. Değiştirmezsem çatlarım :) Şöyle olsun; Nasıl bir eş olurdun? Her açıdan, hem duygusal, hem ev işleri, hem akrabalar falan filan...